1940’ın başlarında Mahzuni Şerif Berçenek Köyünde doğar. Barginekli Ağuçan Türkmenleri’nden olup, nene tarafı Varto / Hormekan Aşireti’nden Razey’e (Irazca hatun) mensuptur.
1940’lı yıllarda, Berçenek’te ilk okul olmadığı için Mahzuni, Elbistan’ın Alembey Köyü’nde, Lütfü Efendi Medresesinde Kur’an eğitimi alır, Eski Türkçe okur, yazar. Ancak, 1956 yılında köye gelen ilk okuldan, mezun olduktan sonra Mersin Astsubay Okulu’na gider. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’nu bitirir. Başarısının gereği Kuleli Askeri Lisesi’ni aynı yıllarda hak etmesine karşılık, toplumculuğa ve halk edebiyatına gönül verdiği ve Alevi olduğu için ordudan ihraç edilir.
1961 yılından itibaren yüzlerce plak, kaset yapar.
Hakkında yazılan ve yazdığı kitaplar uluslararası edebi tartışmalara konu olur ve 1998 yılında dünyanın, yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı alır.
….1940’lı yılların başında doğan Mahzuni Şerif, elini sazına attığı günden itibaren bu tarihi bilmekte gecikmemiş ve sürüp geldiği ecdadı yolunda fire vermemiştir. Geçmişinde yapılan zulüm ve adaletsizliğe kin beslememiş olup, Yezit sözcüğünü yalnız Hz.Hüseyin’i şehit eden Emevi zalimi için kullanmış ve hiç bir sünni dostuna Yezit yakıştırmasını reva görmemiştir.
Mahzuni’nin,
Orta okul yıllarından itibaren beğendiği, demokrasi ve sosyalist
mantık onu geleceğin en tutarlı terbiye kalıpları olarak muhafaza
etmişlerdir.
…Mahzuni Şerif, kendisini dünya kültürleri içinde bir parça
mazlum milletler içinde bir birey olarak tanımlamış ve bu iki
gerçekten yola çıkarak, dönmeden devam etmiştir.
…Mahzuni’yi yakından tanımak, O’nun eserlerini çok iyi dinlemekten ve özümsemekten geçer. Kendisinin söylediği gibi „benim söylediklerim ne ise ben oyum“.
Gerçekten de Mahzuni ürettikleri eserlerle topluma ve dünyaya çok önemli iletiler vermiştir. Önemli olan bu iletiyi algılamak ve bu iletileri topluma sunmaktır.
Mahzuni ordudan ayrıldıktan sonra toplumsal, siyasi konuları ele alan; geleneksel halk şiirini devam ettiren ve diğer yanda protest şiirlerle halkın sorunlarını dile getiren; halk aşığı veya halk ozanlığına başladı. 12 yaşlarında gönül verdiği bu geleneği yaşamı boyunca devam ettirmiştir.
Saz çalmayı amcası Aşık Fezali (Pehlül Baba) dan öğrendi.
Kahramanmaraş’ın
Afşin İlçesi… Afşin’in Berçenek Köyü… Köyün sahibi tek kişi,
yani bir ağa.
Köydeki Zeynel Cırık, ağaya çalışan bir ırgat. Ana Döndü ise ot
toplayarak ailenin karnını doyurmaya çalışan cefakar bir kadın.
Bunların 1940 yılında bir oğulları oluyor, adını Şerif koyuyorlar.
Şerif adı 1940 ın Mart ayında vefaat eden Büyük Amcalarının adını
yaşatmak amacıyla aynı yılın Ağustos ayında yeni doğan oğullarına
veriliyor. Büyük Amca Şerif saz yapar, çalar ve şiirler okurmuş.
– Babamın dediği doğruysa ,anamın da dediği doğruysa 1943 yılının ocak 3’ünde Afşin‘ e bağlı Berçenek köyünde doğmuşum.
O
sıralarda doğum tarihi kimin umurunda ki… Bu yüzden Şerif’in
doğum tarihi 1940 yerine 1943 yazılıyor. Berçenek nasıl bir köy?
İşte anlatıyor Mahzuni:
– Köyde ilkokul yokmuş o zamanlar. Belli bir yaşa gelen çocuklar Elbistanın Alembey Köyü’nde Hacı Lütfi Efendi‘ nin açtığı Hafız Kuran kursuna gidermiş.Yaşım, öğrenim çağına geldiğinde babamın isteği üzerine ben de Lütfi Efendinin medresesinde hafız kursuna devam etmek üzere Alembey köyüne gittim, geldim… Bizim çevremizde kocaman bir yobaz bulutu döner. Hacı Lütfi Efendi hiç çekinmeden, canının istediği şekilde, bilmediğimiz dillerle, bilmediğimiz isimlerle fetvalar verirdi durmadan. Arapçayı o zaman öğrendim. Şimdi Arapça yazıp okuyabiliyorum. Lütfi Efendinin medresesinde üç buçuk sayfada kaldım…
– Derken köye eğitmen, ardından öğretmen verildi. Devam ettiğim ilkokulu süresinde bitirdim.
Asker olmak istedi:
– Gün oldu gönül bir şeye takıldı. O da şu: Arada sırada Afşine, Elbistana subay kıyafetiyle dolaşan genç çocuklar görürdüm. Bunlar assubay okulu öğrencileri idi. Çevrenin etkisiyle olacak, askerliğe karşı büyük ilgim vardı. Tutturdum, ille ben de assubay olacağım, diye. Bu isteğim yerine geldi. Öğrenim görmek, „subay olmak“ için Mersin 3.Assubay Hazırlama Okuluna başladım.
– Bu arada şunu da belirteyim: Ben daha 10-12 yaşında önlüklü bir ilkokul öğrencisi iken dayımın kızı Emine ile nişanlanmıştım, yine babamın ve akrabaların isteğiyle.
İmam nikahı ile evlendiği birinci karısı Emine’den Züleyha adında bir kızları olur.
– 1956 yılında girdiğim Mersin Assubay Hazırlama Okulunu 1959’da iftiharla bitirdim. Ordonat Tekniker sınıfına ayrılarak sınıfına ayrılarak Ankaraya Ordonat Tekniker Okuluna geldim. Bu okul şimdi benim yargılandığım okuldur; işin daha ilginç yanı, bugün yargılandığım salon benim sınıfımdı. Burada çok kısa süren bir eğitim-öğretimden sonra Sivasa gönderildim. Ekreol Tepede beş ay stajerlik yaptım.
– 1960’ta ihtilalde payımız oldu. Cemal Babanın emrinde biz bir grup genç silahlandırıldık. Dışkapı bölgesi bize verildi. Yıl 1960 ın kasımı oldu. Bugün yargılandığım eski okulumun meydanında bana ilk Atatürk ödülü verildi. O günün hatırası olarak. Günün Ordonat Daire Başkanı Reşat Ülgenalp in imzaladığı ve gözlerimi öperek verdiği kitabı hala saklarım.
– 27 Mayısın verdiği ruhla olacak askerliği daha da sevmeye başladım. Başarılarım beni bir yere doğru hızla sürüklüyordu.
– Gün geçti ben de „HALKÇILIK“ ruhu daha ağır basmaya başladı. Bu arada dayımın kızı Emine ile evlenmiştim. Bir kızımız olmuştu. Mutlu değildim, anamın babamın kararı ile zorla evlenmiştim. Çok sürmedi bu. İmam nikahı ile evlendiğim karımı bir mektupla boşadım.
– Şimdi bağımsızdım bir ölçüde. Halçılık ruhu beni başka yerlere sürüklemeye başlamıştı. Sazı 1955-56 yıllarında okuldayken öğrenmeye başlamıştım. Şiirler yazmağa, türküler söylemeye başladım. Buda pek uzun sürmedi. Okulu terk etmek zorunda kaldım.
– 1961 yılıydı. Ankara’da İtalyan asıllı Sovina (Suna) isimli bir kızla tanıştım. Onunla evlenmeye karar verdim. Daha 14 yaşındaydı Suna o zamanlar. Yasalara göre evlenmemiz mümkün değildi. Suna’yı kaçırıp, köye götürdüm… Annesi, babası şikayet etmiş… Bir yandan 14 yaşındaki kız kaçırmış bir kişi, bir yandan okul kaçağı, bir yandan da askere gitme çağı gelmiş bir asker kaçağı olarak aranıyordum.
Bu aşk, gazetelere bile geçer. Mahzuni, adını Suna yaptığı Sovina’yı çok sever. Bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlı üç çocuğu olur.
1964 yılında dünyaya gelen oğulları Emrah henüz bir kaç aylıkken Mahzuni, Suna ve Emrah’ı Babası Zeynel’e emanet ederek, vatani görevini yapmak üzere askere gider. Bu arada hastalanan Emrah’ı, o zamanlar iki Çocuk Doktorunun bulunduğu Elbistan’a götürürler. Doktor tarafından hiçte iyi karşılanmazlar. Bu olay mektupla askerde bulunan Mahzuni’ye bildirilir. İşte tüm Türkiye’nin tanıdığı “Acı doktor bak bebeğe / Berçenekten yaya geldim“ Türküsü o günkü olaya aitdir.
Gel gör ki Suna, Mahzuni’nin bir arkadaşı tarafından kandırılır, evi terk eder.
– İkinci eşim Suna’ydı. Önce ikiz doğurdu. Ferhat ve Şirin koydum adlarını. Bir de Emrah geldi arkalarından. Seviyordum onu. Ama, arkadaşlarım (!) kötü yola sevkettiler onu. Şimdi çeşitli pavyonlarda şantözlük yapıyor.
– Yıllar yılları kovaladı. Sazımla baş başa kaldım. Ankara‘ da oturuyordum. Saz çalarak, şiir yazarak kendimi yetiştirmeye çalışıyordum.
– Serüven serüven üzerine geldi, geçti… Yıl 1963 oldu. „Doğuda Kıtlık Var“ ın yazarı Halil Aytekin‘ le tanıştık. Onun aracılığı ile Fikret Otyam‘ ı bulduk… Benim ilk gazeteci dostum Fikret Otyam oldu. Yardım etti bize. Hürriyet Gazetesinden Cüneyt Arcayürek‘ e gönderdi. Basından benim hakkımda ilk yazı Cüneyt Arcayürek ‚in imzası ile Hürriyette çıktı.
– Bu dönem TİP‘ in kuruluş yıllarına rastlıyordu. TİP yöneticileriyle ilişki kurduk. Bize yalnız onlar sahip çıkıyordu. Başka kimseyi tanımıyorduk, bizimle ilgilenen yoktu.
– Bir Aşıklar Derneği kurmamız gerekti. Nedeni de şu idi. Türkiye de halk ozanalrı sürekli ezilmişlik, yoksulluk içinde yaşamışlardı. Bu durumdan tamamen olmasa da kurtulmaları gerekti. Örgütlenmeleri gerekiyordu. Biz bu gerekeni yaptık. Aşıklar Derneğini kurduk. Sesimizi duyurmaya, çeşitli yerlerde konserler vermeye çalıştık. Bu çabalarımızda da başarılı olduk. Dost Fikret Otyam‘ ın ve Gazeteciler Sendikası‘ nın desteği ile konserler verdik.
– Soldan Sağa : Veli Pamuk, Mahzuni Şerif, İsmail Pamuk, Feyzullah Çınar, Mahmur Erdal
– Ortada: Rıza Aslandoğan, Kulahmet, Osman Dağlı.
– Yıl 1967 –
– Zamanın turizm bakanı Nurettin Ardıçoğlun‘ a çıktık, yardım istedik. O zaman TRT doğrudan turizm bakanlığına bağlı idi. Radyodan N.Ardıçoğlu‘ nun direktifi üzerine Aşık İhsani‘ ye Kul Ahmed‘ e ve bana söyleme izni verildi. Sendikanın desteği ve yardımıyla konserler verdik. Bunların en önemlisi Büyük Sinemada verdiğimiz konserdi. Büyük ilgi toplamıştı. Çabamıza destek oldu. Ondan sonra sesimizi yavaş yavaş duyurmaya başladık. Ve bu da uzun sürmedi sonunda… Önceleri ozanların seçildiği Türk Halk Ozanları Derneğinin başına avukatlar getirilmeye başladı. İlk kadersizliğimiz bu oldu. Dağıldık ondan sonra da…
Bu aralarda bir de Plak firması kurar.
– Kazanmaya başladığım paralarla 1968’de kendi adıma bir plak firması kurdum. Ama, ortaklarım Ayhan Coşkun ve Abas Sütçü’yle kısa zamanda batırdık.“
Mahzuni
Fatma İle Evleniyor
Fatma
Özdemir. Fatma, Elbistanlı’dır ve uzaktan Mahzuni ile akrabadır.
Mahzuni, Fatma’yı beğenir, sever ve ister. Gel gör ki ailesi,
çocuklu ve başı belalı bir adama kız vermek istemezler. Sonunda
Fatma, Mahzuni ile evlenir. Yıl 1971’dir. Fatma, Mahzuni’nin şiirlerine
Fadime olarak girer.
– Bana bir mücadele gerekiyordu. Kime ve neye karşı? Gün geçtikçe görerek, duyarak, sezinleyerek, okuyarak bunu daha iyi anlamaya başladım. Bütün benliğimle kendimi saza verdim. Çalıyordum, söylüyordum ama çalışmalarıma bir yöntem vermem gerekiyordu.
1971
yılında askeri darbe sonucu Süleyman Demirel hükümeti devrilmiş,
Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kurulmuştu. Bu hükümet sol
kesime karşı şiddetli baskı uygulayınca Mahzuni Şerif türküyü
patlatmıştı. Çıkardığı 45’lik plak, ‚Erim erim eriyesin/Sürüm
sürüm sürünesin‘ diyordu.
Ne demek o zaman başbakana böyle türkü yakmak. Hemen tutuklanır
ve 10.5 ay cezaya çarptırılır.
Mahzuni
Hapiste
– Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasını protesto için, „Erim Erim eriyesin“ diye bir Türküden yargılanırken, Mahkeme Baskanı, „Erim’in plağının çalınmasını“ istedi. Olayın ilginç yanına bak!
– Bütün heyet, gazeteciler ve dinleyiciler herkes orda. Plağı koydular. Hakim, yargılamayı unutmuş, kalemi almış eline tempo tutuyor! Ben de güldüm tabii bu duruma. Gülünce hakim beni azarladı. Savcı da ona katıldı. „Bak, mahkemeyle alay ediyor, gülüyor“ dedi. Siz olsanız nasıl gülmezsiniz?
– O zaman rahmetli Başbakan Nihat Erim’in ifadesi geldi.
– „Bir halk ozanı, Başbakan’ı sevmek mecburiyetinde değildir.“ gibi bir ifadede bulunuyordu. Erim, şikayetçi olsaydı 4 yıl yerdim. Olmadığı için 10.5 ay yattım.
Yıl
1972. Mahzuni Şerif, elinde sazı, Sivas’ın Sivrialan Köyü’ne Aşık
Veysel’i ziyarete gider. Aşık Veysel’e Mahzuni’nin geldiğini söylerler.
Mahzuni içeri girince Veysel Baba ayağa kalkar.
Yanındakiler şaşırırlar. Çünkü Aşık Veysel o tarihe kadar kimseyi
ayakta karşılamamıştır. Veysel Baba’ya neden Mahzuni’yi ayakta
karşıladığını sorarlar. Veysel Baba’nın cevabı çok açıktır:
–
‚Susun, gelen Pir Sultan olsa gerektir!‘
Mahzuni bu, durmaz ki bu kez 1973 yılında halkı suça teşvik etmekten tutuklanır. Ankara’da Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanır.
Fatma
Hanım, o günleri anlatırken diyor ki:
– ‚Mahzuni ile evliliğimizden Derya, Ali,
Şeyda ve Yetiş adlı dört çocuğumuz oldu. Gel gör ki çok çektik.
Evlendikten 6 ay sonra onu tutukladılar. Derya’nın doğduğu gün
tahliye oldu. Çocuk 27 günlük iken yeniden tutukladılar.
– Antep’teyiz… Neşet Ertaş evimize misafir gelmiş. Geceleyin
köylü kıyafeti giymiş birileri geldiler, Mahzuni’yi aldı götürdüler.
Polis, jandarma onun peşinde. Sanki ülkeyi biz batırmışız. Öyle
bir baskı, öyle bir baskı. Mahzuni bir gün dışarıda ise iki gün
içeride. İşte böyle geçti hayatımız.‘
Bir
avrupa seyahati dönüşü çantasındaki Nazım Hikmet’in kendi sesinden
şiir plakları ile yakalanır. Çünkü hakkında bir ihbar vardır.
Kendisine hangi örgütten olduğu sorulur.
Yıllar sonra adına çekilen bir belgeselde Mahzuni:
– İşçi Partisi benim ilk göz ağrımdır. 63 lü yıllarda 2 yıl kadar aktif gençlik görevi yaptım ve Cumhuriyet Halk Partisinde benim üyeliğim vardı.
Mahzuni Şerif bu tutuklamalardan birini şöyle anlatıyor:
– Şimdi „Hey Arapça okuyanlar/Allah Türkçe bilmiyor mu?“nun sözcüğü, hukuken yasak olmadığı halde , 70’li yıllarda „Solcu Aşık Mahzuni Şerif“ namıyla dolaştığımdan, Savcı; „Efendim Allah Türkçe bilmiyor mu?“ demekle, Allah’ı dil, dudak, kafa sahibi ediyor. Bu bir insan oluyor. İnsan olunca tabii maddeci görüşe Tanrıyı insan yaratır. Mahzuni bunu yaymak istiyor.“dedi.
– Ben de savunmamda, „Tanrının çok daha kadir olduğunu, ama avukatlık müessesinin de tanıtılması gerekiyor. İste her ulusun hukukunda avukatlık, mazlumun hakkını simgeleyen bir temsilcidir. Burda Tanrı müvekkil durumundadır, Savcı avukat durumundadır. Halbuki o daha küçültüyor. Tanrı, kendi hakkını kullanmıyor, avukata devrediyor“ dedim.
– Son olarak da şunu söylemiştim: „Tamam adalette bir nizam vardır, yüzleştirme olayı. Getirin Tanrı’yı benden şikayetçiyse, ben de hakkıma razıyım.“dedim.
– O zaman da, „Aklımın yerinde olup olmadığına“ dair rapor istediler.
1974yılında Türkola Plakları sahbi bir THKO örgüt militanı tarafından ‚Mahzuni seni istiyor‚ yalanı söylenerek kaçırıldığından, Ozanımız idamla yargılanır ve 14-15 ay hapis cezasına çarptırılır.
Mahzuni:
– Türkola Plaklarının sahibi Yılmaz hoca var. Onu bir örgüt militanı kaçırmış. ‚Mahzuni seni istiyor‘ diye kaçırmış ama. 1974 de.
– „Mahzuni’nin ne kadar parası varsa vereceksin“ diye 8-10 bin markını almışlar. Adamın tabancayla başına vurmuşlar.
– Ben de yurda dönüyordum. Adam da dönüşte; “Mahzuni beni istetti, o bu tuzağı kurdu“ diye beni şikayet etti. Beni burda yakaladılar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) adına yargılandım ben. Elimde sazımla İstanbul‘ dan alıp getirdiler. Bir 14-15 ayda öyle yattım ben.
Mahzuni
Şerif bu tutukluğunda Ankara da ‚işkence‚ ile tanışır.
Mahzuni:
– Adı batasıca söylediğiniz şey, işkenceyi Ankara’nın bir yerlerinde çektim ama neresinde olduğunu bilmiyorum.
70 li yılların ortalarında 8 yıl süre ile sahnelere çıkışı, yurtdışına gitmesi yasaklanır. Geçimini ufak bir dükkanda plak satarak sağlamaya çalışır.
Mahzuni:
– 8 yıl kadar ben yurt dışına gidemedim, sahnelere çıkamadım. Plak fırmalarından aldığım avanslarla geçindim. Bir de küçük Plakçı dükkanı açmıştım. Biraz da arazimiz vardı, işte buğdayla unla geçinip gidiyorduk.
– Türkü söyleyememek beni çok üzüyordu. Canlı bir balığı tutun ve kumun üzerine atın o balık o denize nasıl bakıyorsa ben de türkülere öyle bakıyordum.
Yasaklı bulunduğu bu yıllarda evi sık sık aranır, dövülür, arabasına bomba konur ve evi kundaklanıp yakılır. Kendisi ve ailesi son anda kurtarılırlar.
Mahzuni:
– Önce bomba attılar sonra da evimi yaktılar. Ama çok şükür çocuklarım yanmadı kurtulduk biz.
– Ölebilirdim bem çocuklarımın hepsiyle ortada yanabilirdik biz. Komşuların görmesiyle sağolsun geldi komşular kurtardı. Evin içindeydik çocuklarım da ben de.
Mahzuni
Şerif, hızla ünlenince daha 1970’lerde başka türkücüler ve pop
sanatçıları onun eserlerini okumaya başladılar. Ersen ve Dadaşlar,
Edip Akbayram, Cem Karaca, Selda gibi pop sanatçıları, onun tutulan
türkülerini okuyarak ünlerine ün katmışlardı.
Yeni yetişen birçok ozan da onu taklit ediyordu.
Mahzuni, türkülerinin başkaları tarafından okunmasına karşı değildi tabiki. Bu insanlardan bazılarının daha da ileri gidip türkülerin sözlerini değiştirerek okumaları ve hatta sahiplenmeye çalışmalarını ama kabul edemezdi. Gazeteci Musa Ağacık‘ ın bu konuya ilişkin bir sorusunu şöyle cevaplandırıyor:
– …Saymakla bitmez. Radyoda, televizyonda 100’ü aşkın benim türküm okunuyor. Beni bırak koca Pir sultan Abdal’ın türküsünü alır, kendisine mal eder. Aşık Veysel usta daha dün gitti. Hatta adına Veysel demez, ya „Kul“ der ya „Aşık Garip“der. Yani uyduruk birşeyler söyler. O, bir koca kültüre hakarettir, haksızlıktır, tasvip etmiyorum.
Sahip olduğu kişiliği ile Mahzuni, bu insanları affedecek büyüklüğü göstermesini bilmiştir. Hata bu kişilerden bir kaçıyla yakın dostluklar dahi kurmuştur.
Mahzuni Şerif de diğer büyük sanatçılar gibi duygularını aklının önüne geçiren insanlardandı. Bu yüzden hayatı boyunca istismar edildi.
1981-82 yıllarında yasaklı olduğu için gizli bir şekilde stüdyolarda plak doldurur. Fakat bu plaklar 1986 yılına kadar piyasaya sürülmez, saklanır. 1986yılında ozanımımızın üzerindeki yasak kalkar. Gizli bir şekilde doldurmuş olduğu plaklar piyasaya sürülürler.
Mahzuni
Şerif, bu tarihlerden sonra bir yandan türkü biçiminde yenilikler
yarattı. Domdom Kurşunu gibi çok popüler olan eserler verdi. Öte
yandan da O, kendisini yaratan Alevi geleneğine daha derinden
bir dönüş yaptı. O, artık 12 İmamlar için düvazimam söylüyor;
Hacı Bektaş Veli’den yardım dileniyordu.
Bu arada, insanın özüne doğru yolculuk yapıyordu. O, toplumun
içindeki bozuk / yabancılaşmış insan tiplerini ele alarak taşlamalar
yazıyordu. Gündelik yaşamda gördüğü kötü insanları tiplemeler
halinde hicvediyordu. Fırıldak Adam, Zevzek bu tiplemelerdendir.
Cahil ama çıkarcı kurnazları, tek tabanca ile devrimcilik yapacağını
zanneden maceracıları yerden yere vuruyordu.
Mahzuni ilk defa Hacı Bektaş‘ ta
Mahzuni
Şerif, 1990’dan sonra örgütlenen Aleviler için de fiilen çalışmalar
yaptı. Ne yazık ki Mahzuni’nin kimliğini, ağırlığını anlamayan
bazıları onu bu çalışma dönemlerinde üzdüler. Fakat o, Alevi toplumunun
geleneksel inanç değerlerinde yol alması için elinden geleni yaptı.
Ankara’daki evi bir dergah gibi çalıştı. Evindeki bir sohbetde
Mahzuni:
– Eve dostlar geliyor, biz de çalıp söylüyoruz. Dostlar kalkıp semaha duruyor. Tabii gürültü oluyor. Alttaki komşu çat kapı… Onlar da haklı. Eğer biraz para biriktirirsem Ankara’nın dışında, bağımsız bir ev yaptırıp kocaman bir cemevi oluşturacağım. Orada sabahlara kadar semah ederiz, kimse de bize karışamaz.
Bu
konuda eşi Fatma Mahzuni şunları anlattı:
– Onu sadece maddi anlamda değil manevi
anlamda da sömürdüler, üzdüler, yaraladılar. Siz de bilirsiniz,
Ankara’daki Hacıbektaş Veli Vakfı bir cemevi için temel attı.
Mahzuni buraya modern bir yapı kazandırmak için elinden geleni
yaptı. Ustalar çalışırken bana kazan kazan yemek yaptırır, ayran
alır, birlikte götürürdük. Ben, takılırdım:
– Babanın evini mi yaptırıyorsun?
O sinirlenir cevap verirdi:
– Evet, babamın evini yaptırıyorum.
– Vakfın kuruluşu için çalışan, insanları teşvik eden Mahzuni idi. Gel gör ki bina bitti, yönetim, orada kapıcılık yapmış olanlara bile oda verdi. Mahzuni’ye bunu çok gördüler. Sonra birisi geldi, Mahzuni’nin ağzından bir şeyler yazdı. Hacıbektaş Vakfı bunun üzerine Mahzuni’yi vakıf kuruculuğundan attı. Üstüne üstlük tazminat almak için Mahzuni’mi mahkemeye bile verdiler. Allah’a şükür bu mahkemeyi Mahzuni kazandı. Vakıf üyeliği için de mahkemeye başvurmuştu ama ömrü yetmedi… Buyurun, onun o vakıf için yaptığına bakın, orayı yönetenlerin Mahzuni’ye yaptığına bakın.
sol
üst: Fatma Hanım – Züleyha(Emine’den) – Emrah(Suna’dan)
sol alt: Ali – Derya
Fatma Mahzuni şunu da vurguluyor:
– Mahzuni, Hacı Bektaş’a gönül verenlerin tümünün sembolü oldu. Ona söz söyleyenleri ise kim tanır, kim bilir.
Ustaları:
Geçmişteki ozanları, yaşayan ozanları bir bir inceledim. Kendime yol gösterici, eylem kılavuzu olarak seçtiğim Pir Sultan oldu. Ses olarak da etkilendiğim Davut Sulari‘ dir. Toprak çocuğuyuz, toprağa karşı büyük bir özlemimiz vardır. Bunu da en iyi dile getiren Veysel Baba idi. Belirli bir derecede onun da etkisinde kaldım. Sulari‘ den etkilendiğim sese, Aşık Veysel mülayimliğini kattım. Düşün felsefemi de yukarda belirttiğim gibi Pir Sultandan aldım…
Ve şunu anladım: O güne kadar halk ozanlığı sürekli olarak istismar edilmişti. Halk şiiri geleneği gül, bülbül, çiçek, edebiyatı ile uyutma perhizi olarak kullanılmıştı. İlk amacım bugüne kadar gelen bu kalıpları kırıp, yıkmak oldu. Olaylardan ve halk yaşamından aldığım gerçekleri konu olarak işledim… Ve bugüne kadar böyle geldik….
1997 yılının haziran ayında Almanya’da beyin kanaması geçirip tekrar sağlığına kavuşan Ozanımız 2001 in başlarında tekrar rahatsızlanarak, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle, JFK Hospital’da yoğun bakım altına alınır. Mayıs ayında 3. kez ölümü yenmeyi başarır. Ozanımızı hastahanede ziyaret eden Musa Ağacık Mahzuni‘ ye soruyor:
– Yeni bir aşka hazır mısınız? – Tabii. Bir de ben şimdi 3. kez Mahzuni olacağım. – Nasıl? – Pir Sultan Abdal’ın, “ Ben Musa’yım sen Firavun / İkrarsız şeytani lain / Üçüncü ölmem bu hain / Pir Sultan ölür dirilir..“ dediği gibi ben üçüncü kezdir, ölüp ölüp diriliyorum.
Mahzuni Şerif, Şubat 2001 tarihli Kızıldalı dergisi’ne ‚Hem Kızılbaş hem Alevi’yim‘ başlıklı bir yazı yazmıştı. İşte o yazıda İstanbul DGM suç unsuru bulmuş ve Mahzuni yargılanmaya başlanmıştı.
Mahzuni,
suçlanan yazısında şunları söylüyor:
– Ben Allah adına insana secde etmeyi yeğlemekteyim.
Bir Alevi çocuğu değil bir Hıristiyan, bir Musevi de olsam böyle
düşünmekteyim. (…) İnsan aleminin sevgisinde, gönlünde, bütünlüğünde
ve doğanın her güzelliğinde beni yaradanı arayıp keyfime göre
isimlendirdim. Ona gül dedim, bülbül dedim, çiçek dedim, Ali dedim,
Veli dedim; ağzıma ve gözüme güzel gelen her şeye onun adını verdim.
Bana bunu haram edecek her yasaya, her bilirkişiye, her dinsel
nasa rest çekmekteyim.
– (…) Türkiye Alevileri’nin yolunun gerçek
Ali’ci yol olduğunu savunmak ve yaymak isterim. Çünkü Ali’nin
başlattığı cemahiriyel vukuat (halkçı hareket) Atatürk’ün noktaladığı
Cumhuriyet’in mayasını hazırlamıştır.
Peki kurtuluşu nerede arar? Politikada dürüst tavırda. Bu yüzden o 1999 tarihinde CHP’ye üye oldu ve sevenlerine de bir işaret verdi.
Mahzuni, MESAM üyesi olduktan sonra ancak son birkaç yılda türkülerinden para kazanmaya başlamıştı.
Evli, sekiz çocuk, dört torun sahibi olan Değerli Ozanımız 62 yaşında Almanyanın Köln Şehrinde hayata gözlerini yumdu. Bu acı ana kadar O, devletin düzenini yıkmak suçundan, hala yargılanıyordu.
Şu an son ikamatkahı olan Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgede huzur içinde yatıyor.
Yaşasaydı, o daha büyük işler yapacaktı. Son projesi, Kuran’ı türkü halinde söylemek idi. Bunu açıkladığında Diyanet İşleri sert bir yüzle karşı çıkmıştı ama Mahzuni bir tasavvuf insanı olarak Diyanet’i de ezip geçebilecekti.